Skip to content Skip to footer

DENİZLERİN BİRBİRİNE KARIŞMAMASI

         Rahman Suresi 19. ve 20. ayetlerde şöyle buyrulmuş: “İki denizi birbirlerine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmıyorlar.”

   Evet, ayetin ifadesi akıllara durgunluk verecek bir tarzdadır. Zira onca fırtına ve dev dalgalara rağmen bırakın denizleri, bir çay bardağında bile iki farklı sıvıyı karıştırmadan tutmak imkânsızdır. Fakat bilim Kur’an’ın ayetlerini her zaman olduğu gibi tasdik etmekte ve onun Allah’ın kelamı olduğunu kör gözlere dahi sokacak bir tarzda beyan etmektedir. Denizaltı araştırmaları ile ünlü Fransız bilim adamı Kaptan Jacques Cousteau denizlerdeki su engelleri ile ilgili yaptığı araştırmaların sonucunu şöyle anlatmaktadır: “Bazı araştırmacıların farklı deniz kütlelerini birbirinden ayıran engellerin bulunduğuna dair ileri sürdükleri görüşleri inceliyorduk. Çalışmalar sonucunda gördük ki, Akdeniz’in kendine has tuzluluğu ve yoğunluğu var. Aynı zamanda kendine has canlıları barındırıyor. Sonra Atlas Okyanusu’ndaki su kütlesini inceledik ve Akdeniz’den tamamen farklı olduğunu gördük. Hâlbuki Cebeli Tarık Boğazı’nda birleşen bu iki denizin tuzluluk, yoğunluk ve sahip olduğu hayatiyet açısından eşit veya eşite yakın olması gerekiyordu. Oysaki bu iki deniz, birbirine yakın kısımlarda bile ayrı yapılara sahiptiler. Bunun üzerine yapmış olduğumuz araştırmalarda bizi şaşkına çeviren bir durumla karşılaştık. Çünkü bu iki denizin karışmasına birleşme noktasında bulunan harika bir su perdesi engel oluyordu. Aynı türden bir su engeli 1962 yılında Alman bilim adamları tarafından Aden Körfezi ile Kızıldeniz’in birleştiği Mendep Boğazı’nda da bulunmuştu. Daha sonraki incelemelerimizde farklı yapıdaki bütün denizlerin birleşme noktalarında aynı engelin bulunduğuna tanıklık ettik.” Kaptan Cousteau’yu şaşırtan bu durum, denizlerin birleşmesine rağmen suların karışmaması, Kur’an’da on dört asır önceden söylenmiştir. Evet, iki denizin birbirine karışmaması Allah’ın kudretinin sonsuzluğunu gösterdiği gibi, Bu hadisenin 1400 sene önce Kur’an da ifade edilmesi de Kur’an’ın Allah kelamı olduğunun en parlak delillerindendir. Zira bu bilgiyi o asırda bir insanın keşfine dayandırmak mümkün olmadığı gibi, o asırda yaşayan tüm insanların keşfine dayandırmakta mümkün değildir. O halde Kur’an asla ve kat’a bir insan sözü olamaz. O Allah’ın ezeli kelamıdır. 

EVRENDEKİ MÜKEMMEL YÖRÜNGELER

-Ne güneş aya yetişip çarpar, ne de gece gündüzü geçebilir; onların her biri kendi yörüngesinde yüzerler. (Yasin: 40)

-Geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yaratan O’dur. Her biri bir yörüngede yüzüp giderler. (Enbiya: 33)

-Görmedin mi ki, Allah geceyi gündüze sokuyor, gündüzü geceye sokuyor. Güneş ile ayı da emrine boyun eğdirmiştir. Her biri belirli bir süreye kadar akıp gidiyor. (Lokman:29)

-Özenle oluşturulmuş yollara sahip göğe andolsun. (Zariyat: 7)

   Çıplak gözle Evren’in yörüngelerle dolu olduğunu anlamak mümkün değildir. Güneş’in her gün doğup batması, Ay’ın şekil değiştirmesine karşılık, gökyüzündeki yıldızlar, değişmeyen Evren izlenimini güçlü bir şekilde vermektedir. Geceleyin gökyüzüne baktığımızda dakikada binlerce kilometre hızla hareket eden yıldızlar bile bize hiç hareket etmiyorlarmış gibi gözükür. Evren’de bilinen tüm yıldızların, tüm cisimlerin hareket ettiği, ayetin ifade ettiği şekilde Evren’in yörüngelerle dolu olduğu teleskopun bulunması ve bilimdeki gelişmeler sayesinde anlaşılmıştır. Yasin Suresi 38. ayette şöyle buyrulmuş:  “Güneş de bir karar yerine doğru akıp gitmektedir. Bu aziz ve âlim olan Allah’ın takdiridir.” Tarihin çok uzun bir döneminde insanlar Dünya’yı sabit, Güneş’i ise Dünyanın etrafında dönüyor zannettiler. Sonra Kopernik, Kepler, Galileo ile başlayan süreçte ise insanlar Güneş’in sabit bir şekilde ortada durduğunu, Dünyanın ise sabit bir Güneş’in etrafında döndüğünü zannettiler. Bilimde devrim sayılan bu keşif çok önemliydi ama Güneş’in bu modelde sabit, durağan sayılması yanlış bir kanaatti. Daha sonra ise gelişmiş teleskopların sayesinde ve kozmoloji biliminin oluşturduğu birikimle Güneş’in de hareket ettiği, Dünyanın hareket eden bir Güneş’in etrafında döndüğü anlaşıldı. Oysa Güneş’in bu hareketi Kur’an’da 1400 yıl önceden açıklanmıştır. Güneş’in Dünya etrafında kısır döngü yaptığı fikrine ve Güneş’in hareketsiz bir şekilde durduğu fikrine karşı Yasin Suresi’nin 38. ayeti, Güneş’in bir hedefe doğru akıp gittiğini söyleyerek doğru modeli ortaya koymuştur. Güneş saatte 720.000 km’den daha büyük bir hızla Solar Apex adı verilen bir yörünge boyunca Vega Yıldızı’na doğru hareket etmektedir. Dünyanın hem kendi ekseni etrafında, hem Güneş’in etrafında dönerken, aynı zamanda Güneş sistemiyle beraber hareket ettiği de unutulmamalıdır.  Güneş her sabah doğmakta, her akşam batmaktadır. Fakat tüm bu doğuşları ve batışları her seferinde Evren’in ayrı bir noktasında gerçekleşmektedir. Yani sema denizinde yüzen yıldızlar ve gezegenler, geçtikleri yollardan bir daha geçmeden yörüngelerinde akıp giderler. Bu hakikate Saffat Suresi 5. ayette şöyle işaret edilmiştir: “O, semâvatın ve yeryüzünün ve bu ikisi arasındakilerin ve doğuların (güneşin doğduğu yerlerin) Rabbidir.” Bu ayetteki “doğuların rabbi” ifadesiyle anlatılmak istenen şudur; “Dünyamızın çok değişik hareketleri vardır. Uzay’ın bir noktasından bir daha geçmemek üzere bütün sistemle birlikte Dünya da hareket halindedir. Dünyanın yuvarlak oluşu sebebiyle bir yerde doğan Güneş aynı anda bir başka yerde batıyor. Gece gündüzü, gündüz de geceyi kovalıyor. O halde Güneş’in doğduğu “yer” değil, “yerler” söz konusudur. Yerkürenin her noktası için sabah saatleri değişiktir. Her yer ayrı ayrı saniyelerde Güneş’in doğuşunu bekliyor. Güneş’i Uzay’ın bambaşka yerlerinden “doğarken” seyrediyoruz. Güneş aynı Güneş, Dünya aynı Dünya, ama Uzay’ın yeri değişik…” Şimdi soruyoruz; Acaba Kur’an’ın 1400 sene önce verdiği bu haberin, bilim adamları tarafından tasdik edilmesi ne manaya gelir? Bu sözün tek bir manası vardır. O da; Kur’an’ın, gökleri yaratan, onda yollar takdir eden ve yıldızları o yollarda gezdiren Allah’ın kelamı olmasıdır. Zira bu asra kadar yaşamış birçok bilim adamı tarafından reddedilen ve ancak bilim ve teknik asrı olan bu asırda, dev teleskoplarla keşfedilebilen bir hakikatin, 1400 sene evvel okuma yazma bilmeyen, ümmi bir zat tarafından keşfedilmesi mümkün değildir. Bunu iddia etmek ise, hakikate göz kapamaktır. 

DÖNDÜKÇE KUTUPLARDAN BASIKLAŞMA

Rad Suresi 41. ayette şöyle buyrulmuş:  “Onlar görmüyorlar mı ki, gerçekten Yeryüzü’ne yönelip onu uçlarından eksiltiyoruz. ”

Enbiya Suresi 44. ayette de şöyle buyrulmuş: “Onlar görmüyorlar mı ki, biz yeryüzüne gelip, uçlarından noksanlaştırıyoruz.” Bu iki ayette de Yeryüzü’nün uçlarından eksildiğinden bahsedilmektedir.  Kendi ekseni etrafında dönen bir küremsinin zamanla uçlarından (kutuplardan) basıklaşacağı, son asırda öğrenilmiş bir bilgidir. Nasa’nın verilerine göre, Dünyanın ekvator yarıçapı 6378,5 km iken, kutuplardan yarıçapı 6357 km.dir. Bu, yaklaşık 0,3%’lük bir fark demektir. Ayette “eksilttik” ifadesi yerine “eksiltiyoruz” denmesiyle devam eden bir süreçle Dünyanın uçlarından eksilme olduğu anlaşılmaktadır. Ayette eğer “eksilttik” denseydi, Dünyanın ilk günden itibaren bugünkü şeklinde yaratıldığını anlayabilirdik. “Eksiltiyoruz” ifadesi bize bir süreç sonunda oluşumu anlatmaktadır. Yani eksiltilme hala devam etmektedir. Kur’an’ın bu ayetinden çıkan şu iki nokta, Dünyanın yaratılışıyla ilgili bulgularla tam uyumludur: Dünyanın uçlarından eksilme olmuştur. Gerçekten de Dünya kutuplardan basık, ekvatorda şişkindir. Ve bu eksilme ayette ifade edildiği gibi hala devam etmektedir. Dünya ilk oluşum anında şu andan farklıydı. Zamanla, bir süreç sonunda, uçlarından eksilme olmuştur. Bu Dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesiyle olmuştur. Kur’an’ın incelediğimiz ayetinden çıkan bu sonuç da bilimsel bulgularla tam uyumludur. Peygamberimizin (S.a.v.) yaşadığı dönemdeki insanlar bu ayetin anlamındaki inceliği anlayacak bilimsel seviyeden yoksundular. Hatta günümüzde fizikle ciddi bir şekilde ilgilenmeyen kişilere bile kendi ekseni etrafında dönen bir cismin kutuplardan basıklaşıp basıklaşmayacağını sorun, cevap alamadığınızı göreceksiniz. Bu bilgi günümüzde bile fiziğe veya Dünyanın oluşumuna özel ilgisi olanlarca ancak bilinmektedir. Dünyanın kendi ekseni etrafında dönüşündeki merkezkaç kuvveti ve bu kuvvete bağlı olarak oluşan fiziki oluşumlar, Dünyanın kutuplardan basıklaşmasının Sebebidir. Ayette ki bu noktanın dışında, Dünyanın dönüşü ile beraber Dünyanın etrafından az da olsa sürekli bir madde kaybı oluştuğuna da işaret edilmiştir. Hem bun eksilme sadece dünyanın kutuplarında gerçekleşmemekte atmosfer ve dış katmanlarda da gerçekleşmektedir. Şöyle ki; Araştırmacılar Güneş’teki enerji patlamalarının, atmosferi Dünya’dan ayıracak kadar güçlü olduğunu ifade etmişlerdir. Bilim adamları dünya atmosferinin dış tabakasından oksijen ve diğer gazların uzaya yayılmasına Sebep olduğuna dair ilk somut delilleri, Nasa’nın uzay araçları sayesinde elde ettiler. Böylece Dünyanın dış katmanlarından madde kaybına uğradığını, ilk defa 1998 yılında görmüş oldular. Yine bu ayetler, bir başka yönden de yeryüzündeki karaların azalmasına bakabilir. Manhattan’da bir Nasa araştırma merkezi olan Goddard Uzay Bilimleri Enstitüsü’ndeki bilim adamları Günümüzde kutuplardaki buz tabakalarının erimekte ve okyanuslardaki deniz suyu seviyesinin yükselmekte olduğunu bildirdiler. Artan su miktarı da daha fazla karayı kaplamaktadır. Deniz kıyıları sular altında kaldıkça, yeryüzünün toplam yüzölçümü veya kara miktarı da azalmaktadır. Ayetlerde geçen “onu çevresinden eksiltiyoruz” ve “etrafından eksiltmekte olduğumuz” ifadelerinin de, deniz kıyılarının sularla kaplanmasına işaret ediyor olması muhtemeldir. Kur’an’ın, Uzay ve Dünya’mızın oluşumuyla ilgili ayetleri 21. yüzyılda daha iyi anlaşılmaktadır. Allah’ın son asırlarda dine karşı saldırıların yoğunlaşmasına karşın, Kur’an’ın mucizelerini bu asırlarda ortaya çıkartması; Allah’ın bu saldırılara karşı, inananlara bir yardımı ve desteğidir. Günümüzde Uzay’ın ve Dünyanın sırları zamanla daha çok anlaşılmakta, böylece hem Allah’ın sanatı, hem de Kur’an’ın mucizevî beyanı kendilerini daha da çok göstermektedir.

GÜVENİLMEZ DİŞİ: ANKEBUT

   Ankebut Suresi 41. ayette şöyle buyrulmuş: “Allah’tan başka dostlar edinenlerin misali, kendisine ev edinen dişi örümceğin misaline benzer. Gerçek şu ki, evlerin en çürüğü örümceğin evidir. Keşke bilselerdi!”Bu ayette iki önemli nokta vardır:Ayette geçen “ankebut” kelimesi ile dişi örümcek kastedilmektedir. Ayetteki “edindi” manasına gelen “ittehazet” fiili, dişi sigasıdır. Bu fiilin erkek sigası “ittehaze” dir. Allah dişi sigasını kullanarak örümceğin evini dişi örümceğin yaptığını bildirmiştir. İşte Kur’an’da dişilik ile ilgili bu belirti, bir mucizeyi daha ortaya koymaktadır. Zira hayvanlar üzerine yapılan araştırmalarda örümcekler ile ilgili çok ilginç saptamalar yapılmıştır. Bunlardan biri de örümceğin evini, erkek örümceğin değil, dişi örümceğin yapmasıdır. Yani Kur’an’ın verdiği haber yine tam doğru çıkmıştır.Bu araştırmalar sonucunda ulaşılan bir başka bilgi de şudur:  Canlıların çok büyük bir bölümünde erkekler dişilere nazaran daha iri, daha kuvvetlidir. Örümcekler, dişilerin erkeklerden daha büyük olduğu azınlıktaki canlı türlerinden biridir. Canlı türleri genelde evlerini; sıcaktan, soğuktan, düşmanlardan ve her türlü zarardan korumak için inşa ederler. Oysa örümcek evini; yok etmek, zarar vermek, evine yanlışlıkla uğrayanları yemek için inşa eder. Bu yüzden evlerin en güvenilmezi, örümceğin evidir.Dişi örümcek, döllendikten sonra kendi erkeğini de yemektedir. Bu yüzden dişi örümceğin evi, bırakın başkalarını, kendi erkeği için bile güvenilmezdir. Eğer erkek örümcek, döllenmeden sonra kaçmayı başarabilen ender şanslı erkeklerden değilse, dişisinin evi kendi mezarı olacaktır. Demek Kur’an, örümceğin evinin çürüklüğü ile bu mecaz manayı kastetmektedir.Bu konuda da görüldüğü gibi, Kur’an hem örümceğin evini dişisinin yaptığını haber vermekle ve evlerin en çürüğünün örümceğin evi olduğunu bildirmekle bir mucizeyi daha ortaya koymaktadır.Kur’an, Uzay’ın genişlediğinden, dünyanın atmosferinin korunmuş tavan kılındığına kadar, denizlerin altındaki dalgalardan, denizlerin birbirine karışmamasına kadar, yıldızların yörüngelerinden, örümceğin evinini dişisinin yapması ve bu evin çürüklüğüne kadar pek çok konulardan bahseder.Bu kadar farklı alanlarda bu kadar çok açıklamalar yapan Kur’an, hiçbir alanda hata yapmaz, tam tersine her alanda gözleri ve gönülleri körelmemişleri hayran bırakacak mucizeler sergiler.Bundan on dört asır önce yaşamış, okuma yazma bilmeyen bir insanın bütün bunları kendi başına bilmesi ve haber vermesi mümkün değildir.O halde, Kur’an’ı indiren ancak ve ancak âlemi yaratan zat olmalıdır. Zira âlem kitabında ne varsa, Kur’an kitabı ondan mucizevî bir şekilde bahsetmektedir.

YERALTI SULARI VE SUYUN ÇEVRİMİ

   Zümer Suresi 21. ayette şöyle buyrulmuş: “Allah’ın gökten bir su indirdiğini ve onu topraktaki kaynaklara geçirdiğini görmüyor musun?” Kur’an’da geçen, suların yağışıyla ve suların hayatımızdaki yeriyle ilgili ayetler bize dosdoğru fikirler vermektedir. Tarihin başka bir döneminde yaşasaydık bu bilgileri bu kadar rahat kavrayamayabilirdik. Günümüzde suların Dünya’daki çevriminin nasıl işlediği detaylı bir şekilde ortaya konduğu için, Kur’an ayetlerindeki sular ile ilgili bilgileri rahatlıkla anlıyoruz. Sular hakkındaki eski bilgileri ve Kur’an’ın ayetlerini karşılaştırdığımız zaman, Kur’an’ın eski dönemin yanlış bilgilerini içermeksizin her konuda olduğu gibi sular konusunda da en doğru bilgileri sunduğunu görüyoruz..  Örnek olarak; Kur’an’ın, yeraltı sularının yağmurlar sonucunda oluştuğunu söyleyen Zümer Suresi 21. ayetini ele alalım. Gerçekten de bize apaçık gelen bu bilgi acaba her dönemde bu kadar açıkça bilinir miydi? Yeraltı sularının varlık sebebi Miletli Thales’e göre; kara parçalarının derinliklerinde esen rüzgârların basıncıyla havaya fışkıran okyanus suyu yerlere düşmekte, böylece toprağın içine geçmekteydi. Platon da bu görüşleri paylaşıyor ve okyanusa geri dönüşün de büyük bir girdap vasıtasıyla olduğunu düşünüyordu. Aristo ise, yerden yükselen su buharı, dağların soğuk çukurlarında yoğunlaşarak yeraltı göllerini meydana getirir, kaynak suları da bu göllerden beslenir görüşündeydi. Evet, sizleri güldüren bu görüşleri, asırlarının en dâhi filozofları yapıyordu. Suyun daimi devrine ilişkin ilk belirgin keşif 1580 yılında Bernard Palissy’e aittir. Ona göre; yeraltı suları yağmurun toprağa sızmasından ileri gelmektedir. Ortaçağ’a hâkim olan görüş; Aristo’nunkidir. Bu yanlış görüşe göre; yeraltı gölleri, su kaynaklarını beslemektedir. Encyclopedia Universalis’in “Sular Bilgisi” maddesinin yazarı R. Remenieras ise şu bilgileri vermektedir: “Sulara ilişkin tabiat olayları alanında sırf felsefi olan kavramların yerlerini, tarafsız gözleme dayalı araştırmalara bırakmaları için ancak Rönesans’ı beklemeleri gerekti.” Kur’an’da 7. asırda açıkça söylenen yağmurların yeraltı kaynaklarını oluşturduğu bilgisi, Avrupa’da 16.yüzyılda ortaya konuyor ve Aristo’ya itiraz ediliyordu. Daha önce Thales, Platon, Aristo gibi felsefenin en ünlü simaları sular ile ilgili yaptıkları açıklamalarda yanılmışlardır. Oysa felsefede de ve bilimsel araştırmalarda da hiçbir iddiası olmayan, sadece Allah’ın vahyini insanlara duyurduğunu söyleyen Hz. Muhammed (S.a.v.) yine yanılmamıştı, yine doğru bilgiyi hiçbir yanlışla karıştırmadan ortaya koymuştu. Zira O, ancak vahye uyuyordu. Ayrıca suyun oluşumu da başka başına bir mucizedir. Vakıa suresinde bu mucizeye şöyle dikkat çekilir: “ İçmekte olduğunuz sudan bana haber verin!  Onu buluttan siz mi indiriyorsunuz, yoksa biz mi? Eğer dileseydik onu tuzlu yapardık. Hala şükretmeyecek misiniz?” Allah suyun çevrimiyle ilgili her türlü detayı en mükemmel şekilde planlamıştır. Fizik kuralları ve suyun kimyası, Allah’ın düzeninin ince planlarını ortaya koymaktadır. Yukarıdaki ayette dikkat çekilen, yağmur suyunun tuzlu olmaması da Allah’ın harika planı sonucunda olmaktadır. Yağmurun kaynağının suların buharlaşması olduğunu gördük. Buharlaşan suyun %90’ından fazlası tuzlu suya sahip okyanuslardan, denizlerden olmaktadır. Suyun buharlaşması ile ilgili kanunlar öyle ayarlanmıştır ki su, en pis denizlerden, en tuzlu okyanuslardan, en çamurlu sulardan buharlaşırken, pislikten, tuzdan, çamurdan arınır. Bu yüzden okyanusların, denizlerin sularını içemiyoruz ama buralardan buharlaşan suyun yağmur olarak yağması sonucunda oluşan kaynaklardaki suyu içebiliyoruz. Suyu tatlı kılan Allah’a sonsuz hamd olsun. 

BEBEĞİN RAHİMDEKİ ÜÇ KARANLIK DEVRESİ

Kur’an’da insanın anne karnında üç aşamalı bir yaratılışla yaratıldığı bildirilmektedir: “Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan başka bir yaratılışa geçirerek yaratmaktadır. İşte Rabbiniz olan Allah budur, mülk O’nundur. O’ndan başka İlah yoktur. Buna rağmen nasıl çevriliyorsunuz?” (Zümer Suresi: 6) Ayette Türkçeye “üç karanlık içinde” manasıyla çevrilen Arapça “fi zulûmâtin selasin” ifadesi embriyonun gelişimi sırasında bulunduğu üç karanlık bölgeye işaret etmektedir. Bu bölgeler sırasıyla: Batın duvarı karanlığı, Rahim duvarı karanlığı, Amniyon zarı karanlığıdır. Görüldüğü gibi bugün modern biyoloji, bebeğin embriyolojik gelişiminin yukarıdaki ayette bildirildiği şekilde, üç farklı karanlık bölgede gerçekleştiğini ortaya koymuştur. Ayrıca embriyoloji alanındaki gelişmeler bu bölgelerin de üçer katmandan oluştuğunu göstermiştir. Ayrıca ayette, insanın anne karnında, birinden diğerine farklılaşan üç ayrı evrede meydana geldiğine işaret edilmektedir. Gerçekten de bugün modern biyoloji, bebeğin anne karnındaki embriyolojik gelişiminin üç farklı devrede gerçekleştiğini de ortaya koymuştur. Bugün tıp fakültelerinde ders kitabı olarak okutulan bütün embriyoloji kitaplarında bu konu en temel bilgiler arasında yer alır. Örneğin, embriyoloji hakkında temel başvuru kitaplarından biri olan Basic Human Embryology (Temel İnsan Embriyolojisi) isimli kaynakta bu gerçek şöyle ifade edilmektedir: Rahimdeki hayat 3 evreden oluşur;

  • Preembriyonik evre (ilk 2,5 hafta),
  • Embriyonik (8. haftanın sonuna kadar) ve
  • Fetal evre (8. haftadan doğuma kadar).

Bu evreler bebeğin farklı gelişim aşamalarını içerir. Anne rahmindeki gelişim ile ilgili bu bilgiler, ancak modern teknolojik aletlerle yapılan gözlemler sayesinde elde edilmiştir. Ancak görüldüğü gibi bu bilgilere de, diğer pek çok bilimsel gerçek gibi, mucizevî bir biçimde Kur’an ayetlerinde dikkat çekilmiştir. İnsanlığın tıbbi konularda hiçbir detaylı bilgiye sahip olmadığı bir dönemde, Kur’an’da bu derece ayrıntılı ve doğru bilgiler verilmiş olması, elbette Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunun açık bir delilidir.

BİR ÇİĞNEMLİK ET PARÇASI

   Mü’minun suresi 14. ayette şöyle buyrulmuş: “Sonra o damlacığı, asılıp tutunana dönüştürdük. Sonra asılıp tutunanı bir çiğnemlik et haline getirdik.” Kur’an, anne rahminde,  “asılıp tutunma” (alaka) aşamasından sonra, “bir çiğnemlik et” (mudga) aşamasını da geçirdiğimizi söyleyerek bir mucize daha sergilemektedir. Gerçekten de anne rahmindeki embriyo hem ufaklığından, hem de kemiklerin daha ileride oluşacak olmasından ötürü bir çiğnemlik et görünümündedir. Ayrıca ilginçtir ki embriyo, anne karnında geçirdiği belli bir dönemde üzerinde diş izleri varmış gibi bir şekle sahiptir. Bu Sebepten Kur’an’ın “bir çiğnemlik et” tabiri tam yerinde mucizevî bir ifadedir. “Bir çiğnemlik et” tabiri Hac Suresi 5. ayette “kısmen belli, kısmen belirsiz bir çiğnemlik et parçasından” yaratıldığımız söylenerek geçmektedir. Gerçekten de bu aşamada embriyo gözle görülecek kadar belli, detayların anlaşılamayacağı kadar belirsiz bir büyüklükte olduğundan, “kısmen belli, kısmen belirsiz” tabiriyle uyum içindedir. İnsanın baş, gövde, ayak, iç organlar gibi ayrı vücut bölümlerinden bir kısmı belli olmaya başladığı, bir kısmı ise belli olmadığı için de bu aşama için “kısmen belirli, kısmen belirsiz” tabirinin geçmesi çok uygundur. Prof. Dr. Keith L. Moore Kur’an’da “bir çiğnemlik et” diye bahsedilen dönem hakkında şunları söylemektedir: “Söz konusu ayetlerin ne demek istediğini, bu dönemdeki embriyoyu incelediğimiz zaman hayretle öğrendik. Çünkü embriyo 28 günlükken üzerinde tesbihimsi bir yapı meydana geliyor ve bunlar görünüş olarak aynı diş izlerine benziyordu. Bu dönemdeki embriyonun plastikten bir modelini yaptık ve onu çiğneyerek üzerinde diş izlerimizi bıraktık. Ortaya çıkan manzara, incelediğimiz aşamadaki embriyoya olağanüstü derecede benziyor ve Kur’an’ın insan embriyosundan neden bir çiğnemlik et olarak bahsettiğini çok güzel açıklıyordu.”

       Ey insan, o çok cömert Rabbine karşı seni aldatan nedir? O ki seni yarattı, sana bir düzen içinde biçim verdi ve uyumlu hale soktu. Dilediği bir biçimde seni oluşturdu. (İnfitar: 6-7-8)

Tek bir hücre bölüne bölüne ayrı organları, farklı dokuları oluşturmaktadır. Yaratılışın bir aşamasında bir çiğnemlik et kadar olan varlığımız, günü gelince tüm organlarıyla, kaslarıyla, iskeletiyle, beyni, gözleri, kulakları ile insan olacaktır. Bir bu çiğnemlik et aşamasını, bir de vücudumuzdaki organların aldığı son hali düşünelim. Böylece Allah’ın kusursuz yaratışına bir kez daha tanık olabiliriz.

Gün gelecek bu bir çiğnemlik et, kalp olacaktır. O kalp ki bir günde ortalama 10.000 kez atar. Hem de hiç haberimiz olmadan, biz kalbi attırmak için hiçbir çaba sarf etmeden. Kalbe gelen kirli kan ile temiz kanlar birbirine karışmaz, kanın vücuda gerektiği gibi dağılımı mükemmel bir şekilde gerçekleşir. Kalbin kulakçıkları ve karıncıkları yaratılış harikalarıdır. Atar ve toplardamarlarla kanın organize çalışması sayfalarca yazıya konu olacak mükemmellikte ve kompleksliktedir.

Gün gelecek bu bir çiğnemlik et karaciğer olacaktır. O karaciğer ki 400’den fazla görevi vardır. Bu minik et parçası, Dünyanın hiçbir laboratuarının beceremeyeceği üretimleri hiç şaşmadan, bizim haberimiz hiç olmadan, bizim için yapar.

Gün gelip de bu bir çiğnemlik et, vücudumuzu saran kaslar olacaktır. Yemek yemekten koşmaya, yürümeye, oturmaya, gülmeye kadar her hareketimiz kaslarımızın sayesindedir. Kaslar çok karmaşık ve büyük bir koordinasyon ağıyla çalışır. En basit hareket gibi gözüken gülme için bile 17 kasın aynı anda çalışması gereklidir.

Beynimiz, ellerimiz, ayaklarımız, bağırsaklarımız, böbreklerimiz, solunum sistemimiz, kanımız hepsi başlangıçta bahsettiğimiz bu bir çiğnemlik et aşamasını geçirir. Ondan önce ise ancak mikroskopla gözükebilen bir damla su aşamasını ve diğer aşamaları geçirirler. Sonunda ise ciltlerle ansiklopediye anlatımının sığmayacağı mükemmel vücudumuz yaratılır. Kur’an bizi tüm bunları incelemeye, bu yaratılışlar üzerinde düşünmeye davet etmektedir.

BİTKİLERDE ERKEKLİK VE DİŞİLİK

“Gökten su indirdi ve onunla çeşit çeşit bitkilerden eşler çıkardık.” (Taha Suresi: 53)

“Bütün meyvelerden ikişer eş yaratmıştır.”(Rad Suresi: 3)

   Bitkilerin eşler halinde yaratılması Kur’an’da özellikle vurgulanmaktadır. Ayetlerde geçen “zevc (çoğulu zevce)” kelimesi eski türkçemiz de eşleri belirtmek için kullanılmaktaydı, hanımlar beylerine “zevcim”, beyler hanımlarına “zevcem” demekteydiler. Arapça’dan dilimize geçen bu kelime bitkilerin eşlerini belirmekte de kullanılan “zevc” kelimesidir. Bitkiler üzerine yapılan incelemelerde bitkilerde de erkekliğin ve dişiliğin olduğu, bu farklı organlar sayesinde bitkilerde üremenin gerçekleştiği anlaşıldı. Tohumlu ve çiçekli bitkilerde erkek ve dişi üreme hücreleri vardır. Bu hücreleri her ikisi de çiçeğin ortasında bulunan erkek organ ile dişi organ üretir. Dişi organın yumurtalık denen şişkince bölümünde küçük ve yuvarlak tohum taslakları, bunların içinde de dişi üreme hücreleri bulunur. Erkek üreme hücreleri ise erkek organın başçık bölümünün ürettiği çiçek tozlarının içinde saklıdır. Çok hafif olan çiçek tozları rüzgârla ya da çeşitli hayvanlar aracılığıyla çiçekten çiçeğe taşınırken, içlerinden bir bölümü dişi organın tepeciğine yapışıp kalır. Daha sonra bu çiçek tozu taneciği boyuncuktan aşağıya doğru inerek, yumurtalıklardaki tohum taslaklarına ince bir borudan uzanır. Erkek üreme hücresi de bu borudan geçer ve tohum taslağının içindeki dişi üreme hücresiyle birleşir. Erkek ve dişi üreme hücrelerinin birleşmesiyle tohum taslakları onlardan da tohumlar oluşur. Bu tohumlardan da yeni bitkiler gelişir. Peygamberimiz (S.a.v.) döneminde biyoloji gelişmiş bir bilim değildi. Bitkilerin üremesi, bu üremedeki dişi ve erkek unsurların rolü bilinmiyordu. Biyoloji ve botanik ilminin gelişmesiyle tohumlu ve çiçekli bitkilerde erkek ve dişi üreme hücrelerinin varlığı anlaşıldı Botanikçiler bitkilerde cinsiyet ayrımı olduğunu ancak 100 sene evvel keşfedebilmişlerdir. Peki,  insanların botanik ve biyolojiden habersiz olduğu bir dönemde ümmi bir zat bitkilerde erkeklik ve dişiliğin olduğunu nerden bilebilirdi? Bu sorunun tek cevabı olabilir. Gökten suyu indirip, onunla bitkilerden eşler çıkaran Allah’ın bildirmesiyle.

BULUTLARIN AĞIRLIĞI

   Acaba bulutların ağırlığı konusunda herhangi bir bilgiye sahip misiniz? Belki de çoğumuz onları pamuk gibi çok hafif zannediyoruz. Hâlbuki son yıllarda yapılan araştırmalar neticesinde bulutların ağırlığı konusunda çok şaşırtıcı rakamlar elde edimiştir. Örneğin, kümülonimbüs türü fırtına bulutunda, 300.000 ton ağırlığa ulaşan miktarda su toplanmaktadır. Evet, Gökyüzünde 300.000 tonluk bir kütlenin direksiz düşürülmeden durdurulması gerçektende akılları hayrete düşüren bir durumdur. Belki de ilk defa işittiğiniz bu bilginin bundan 1400 sene önce Kur’an’ da nasıl haber verildiğini dinleyelim. “Rahmetinin önünde rüzgârları bir müjde olarak gönderen O’dur. Bunlar ağırca bulutları kaldırıp yüklendiğinde, onları (kuraklıktan) ölmüş bir şehre sürükleyiveririz ve bununla oraya su indiririz de böylelikle bütün ürünlerden çıkarırız.”(Araf Suresi: 57) “O, size şimşeği korku ve umut olarak gösteren, (yağmur yüklü) ağırlaşmış bulutları (inşa edip) ortaya çıkarandır.” (Rad Suresi: 12) Elbette Kur’an’ın indirildiği dönemde insanların bulutların ağırlıkları ile ilgili bu bilgiye sahip olmaları mümkün değildir. Kur’an ayetlerinde dikkat çekilen ve yakın geçmişte keşfedilen bu bilgi, Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunun delillerinden biridir.  

DAĞLARIN HAREKET ETMESİ

   Dağları görürsün de, donmuş sanırsın; oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler.(Neml Suresi: 88) Bu ayette dağların göründükleri gibi sabit olmadıkları, sürekli hareket halinde bulundukları bildirilmektedir. Dağların bu hareketi, üzerinde bulundukları yer kabuğunun hareketinden kaynaklanır. Yer kabuğu kendisinden daha yoğun olan manto tabakası üzerinde adeta yüzer gibi hareket etmektedir. İlk olarak 20. yüzyılın başlarında Alfred Wegener isimli Alman bir bilim adamı, yeryüzündeki kıtaların Dünyanın ilk dönemlerinde bir arada bulunduklarını, daha sonra farklı yönlerde sürüklenerek birbirlerinden ayrılıp uzaklaştıklarını öne sürmüştü. Ancak jeologlar, Wegener’in haklı olduğunu onun ölümünden 50 yıl sonra yani 1980’li yıllarda anlayabildiler. Wegener’in, 1915 yılında yayınlanan bir makalesinde belirtmiş olduğu gibi; yeryüzündeki kara parçaları yaklaşık 500 milyon yıl önce birbirlerine bağlılardı ve Pangaea ismi verilen bu büyük kara parçası Güney Kutbu’nda bulunuyordu. Pangaea’nın parçalanmasıyla ortaya çıkan bu kıtalar sürekli olarak kara ve deniz arasındaki dağılımı değiştirerek, yılda birkaç santimetrelik hızlarla Dünya yüzeyinde sürüklenmektedirler. 20. yüzyılın başlarında yapılan jeolojik araştırmalar sonucunda keşfedilen yer kabuğunun bu hareketi bilimsel kaynaklarda şöyle açıklanmaktadır: Yer kabuğu ve üst mantodan oluşan 100 km kalınlığındaki Dünya yüzeyi “tabaka” adı verilen parçalardan oluşmuştur. Dünya yüzeyini oluşturan altı büyük tabaka ve sayısız küçük tabaka vardır. “Tabaka tektoniği” adı verilen teoriye göre bu tabakalar kıtaları ve okyanus tabanını da beraberinde taşıyarak Dünya üzerinde hareket ederler. Kıtasal hareketin yılda 1 ile 5 cm civarında olduğu hesaplanmıştır. Tabakalar bu şekilde hareket ettikçe Dünya coğrafyasında değişiklikler meydana gelir. Örneğin, Atlantik Okyanusu her sene biraz daha genişlemektedir. Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta da şudur: Allah dağların hareketini ayette “sürüklenme” olarak bildirmiştir. Nitekim bilim adamlarının bugün bu hareket için kullandıkları İngilizce terim de “continental drift” yani “kıtasal sürüklenme”dir. Kıtaların kayması Kur’an’ın indirildiği dönemde gözlemlenemeyecek bir bilgidir ve Allah ayette geçen “dağları görürsün de, donmuş sanırsın” ifadesiyle insanların bu konuyu ne şekilde değerlendireceklerini önceden bildirmiştir. Ancak bunun ardından bir gerçeği açıklamış ve dağların bulutların sürüklendikleri gibi sürüklendiklerini haber vermiştir. Görüldüğü gibi ayette dağların bulunduğu tabakanın hareketliliğine açıkça dikkat çekilmiştir. Bilimin çok yeni keşfettiği bu bilimsel gerçeğin, evren ve tabiat hakkındaki görüşlerin, hurafe, batıl inanç ve efsanelere dayandığı 7. yüzyılda, Kur’an’da haber veriliyor olması şüphesiz büyük bir mucizedir. Ve Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunun çok önemli bir delilidir.

DEMİRDEKİ SIR

   Demir, Kur’an’da dikkat çekilen elementlerden biridir. Kur’an’ın “Hadid”, yani “Demir” adlı suresinde şöyle buyurulur:

“Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik“ (Hadid Suresi: 25)

   Ayette, demir için kullanılan “enzelna” yani “indirme” kelimesi, mecazi olarak insanların hizmetine verilme anlamında düşünülebilir. Fakat kelimenin, yağmur ve güneş ışınları için kullanılan “gökten fiziksel olarak indirme” şeklindeki gerçek anlamı dikkate alındığında, ayetin çok önemli bir bilimsel mucize içerdiği görülmektedir. Çünkü modern astronomik bulgular, Dünya’daki demir madeninin dış uzaydaki dev yıldızlardan geldiğini ortaya koymuştur. Sadece Dünya’daki değil, tüm Güneş Sistemi’ndeki demir, dış uzaydan elde edilmiştir. Çünkü Güneş’in sıcaklığı demir elementinin meydana gelmesi için yeterli değildir. Güneş’in 6000 santigratlık bir yüzey ısısı ve 20 milyon santigratlık bir çekirdek ısısı vardır. Demir ancak Güneş’ten çok daha büyük yıldızlarda, birkaç yüz milyon dereceye varan sıcaklıklarda oluşabilmektedir. Nova veya Süpernova olarak adlandırılan bu yıldızlardaki demir miktarı belli bir oranı geçince, artık yıldız bunu taşıyamaz ve patlar. Demirin uzaya dağılması işte bu patlamalar sonucunda mümkün olur. Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi demir madeni Dünya’da oluşmamış, Süpernovalardan taşınarak, aynı ayette bildirildiği şekilde “indirilmiştir.” Bu bilginin Kur’an’ın indirilmiş olduğu 7. yüzyılda bilimsel olarak tespit edilemeyeceği ise açıktır. Günümüz astronomi bilgileri bize diğer elementlerin de Dünyanın dışında oluştuğunu göstermektedir. Ayetteki “demiri de indirdik” ifadesinde geçen “de” vurgusu bu gerçeğe dikkat çekiyor olabilir. Ayrıca ayette demirin insanlar için çok yararlı olduğundan bahsedilmektedir. Halbuki bu ayet indiğinde insanlar demirden ancak kılıç yapıyorlardı. Ama bakın demir ile ile ilgili son bilimsel verilere: Demir atomu olmaksızın evrende karbona bağlı yaşam olması mümkün olmazdı; süpernovalar olmaz, Dünyanın ilk dönemlerinde ısınması gerçekleşmez, atmosfer ya da hidrosfer olmazdı. Koruyucu manyetik alan olmaz, Van Allen radyasyon kuşakları oluşmaz, ozon tabakası olmaz, (insan kanında) hemoglobini meydana getirecek hiçbir metal bulunmaz, oksijenin reaktifliğini yatıştıracak metal oluşmaz ve oksidasyona dayanan bir metabolizma meydana gelmezdi. Demir atomunun önemi, bu açıklamalarla rahatlıkla anlaşılmaktadır. Kur’an’da özellikle demire dikkat çekilmesi de bu madenin önemini vurgulamaktadır. Tüm bunların yanı sıra Kur’an’da demirin önemine dikkat çeken bir sır daha vardır. İçinde demirden bahsedilen Hadid Suresi’nin 25. ayeti oldukça ilginç iki matematiksel şifre içermektedir: “El-Hadid”, Kur’an’ın 57. suresidir. “El-hadid” kelimesinin Arapçadaki sayısal değeri, yani ebcedi hesaplandığında karşımıza çıkan rakam da aynıdır: “57” Sadece “hadid” kelimesinin sayısal değeri 26’dır. 26 sayısı ise demirin atom numarasıdır. Şimdi insaf ile düşünelim: 1400 sene evvel, bilim ve tekniğin kelimesinin bile olmadığı bir asırda ve çölde yaşamış bir beşerin, demirin gökten indirildiğini ve onda çok faydaların olduğunu bilmesi mümkün müdür? Hangi akıl sahibi bunu kabul eder? Buna rağmen hala Kur’an’a beşer kelamı demek, alemi aydınlatan güneşe gözünü kapatmak gibi bir hezeyandır. Gözünü kapayan sadece kendine gece yapar. 

EVRENİN GENİŞLEMESİ

   Astronomi biliminin henüz gelişmemiş olduğu bir dönemde, on dört asır önce indirilen Kur’an-ı Kerim’de evrenin genişlediğinden şöyle bahsedilir:

“Biz göğü ‘büyük bir kudretle’ bina ettik ve şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz.” (Zariyat Suresi: 47)

   Bu ayette geçen “sema (gök)” kelimesi Kur’an’ın pek çok yerinde uzay ve evren anlamında kullanılır. Nitekim burada da bu anlamda kullanılmıştır ve evrenin genişleyici olduğu bildirilmiştir. Türkçeye “Şüphesiz Biz genişleticiyiz olarak çevrilen Arapça “innâ lemûsiûn” ifadesindeki “mûsiûn” kelimesi, “genişletmek” anlamına gelen “evsea” fiilinden türemiştir. “Le” ön-eki de takip ettiği isim ya da sıfata vurgu ekleyerek “çok fazla” anlamı katmaktadır. Dolayısıyla bu ifade; “Biz göğü veya evreni çok fazla genişletiyoruz” anlamı taşımaktadır. Bilimin bugün varmış olduğu sonuç da Kur’an’da bize bildirilenle aynıdır. 20. yüzyılın başlarına dek bilim dünyasında hâkim olan tek görüş, “evrenin durağan bir yapıya sahip olduğu ve sonsuzdan beri süregeldiği” şeklindeydi. Ancak, günümüz teknolojisi sayesinde gerçekleştirilen araştırma, gözlem ve hesaplamalar evrenin bir başlangıcı olduğunu ve sürekli olarak “genişlediğini” ortaya koydu. Rus fizikçi Alexander Friedmann ve Belçikalı evren bilimci Georges Lemaitre, 20. yüzyılın başlarında evrenin sürekli hareket halinde olduğunu ve genişlediğini teorik olarak hesapladılar. Bu gerçek, 1929 yılında gözlemsel olarak da ispatlandı. Amerikalı astronom Edwin Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların ve galaksilerin sürekli olarak birbirlerinden uzaklaştıklarını keşfetti. Bu buluş astronomi tarihinin en büyük keşiflerinden biri sayılmaktadır. Yıldızlar ve galaksiler sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlar. Her şeyin sürekli olarak birbirinden uzaklaştığı bir evren ise, sürekli “genişleyen” bir evren anlamına gelmektedir. Evrenin genişlemekte olduğu, ilerleyen yıllardaki gözlemlerle de kesinlik kazandı. Konuyu daha iyi anlamak için, evreni şişirilen bir balonun yüzeyi gibi düşünmek mümkündür. Balonun yüzeyindeki noktaların balon şiştikçe birbirlerinden uzaklaşmaları gibi, evrendeki cisimler de evren genişledikçe birbirlerinden uzaklaşmaktadırlar. Bu bilimsel gerçek, henüz hiçbir insan tarafından bilinmezken, Kur’an’da asırlar önce açıklanmış ve evrenin genişlemekte olduğu açıkça bildirilmiştir. Bu ise Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu çok parlak bir şekilde göstermektedir. Zira 20. asırda ancak keşfedilebilen bilimsel bir gerçeğin, bundan 14 asır evvel bir beşer tarafından haber verilmesi ancak şu iki şeyden biri ile mümkündür: Bir beşer bu bilimsel gerçeği tek başına keşfetmiştir: Bu haber, evreni yaratan ve onu genişleten Allah’ın haberidir. Birinci şıkkı kabul etmek mümkün değildir. Çünkü on dört asır önce, teleskopun isminin bile bilinmediği bir devirde, son derece gelişmiş dev teleskoplarla ancak keşfedilebilen bir hakikatin keşfi mümkün değildir. Hatta bu sebepten dolayıdır ki, Dünya tarihinin en büyük dehaları bile gözlemleriyle ve formülsel uğraşlarıyla genişleyen dinamik Evren modelini çizememişlerdir. Demek bu haber, on dört asır önce, teknolojinin olmadığı bir dönemde, çölde yaşayan ve okuma yazma bilmeyen bir beşerin kendi sözü olamaz. O halde geriye iki şıkkı kabul etmekten başka bir çare yoktur ki; bu haber, evreni yaratan ve onu genişleten ve bu mucizevî haberi Elçisi Hz. Muhammed (S.a.v.) ile insanlara haber veren  Allah’ın haberidir. Ve bu haberin geçtiği kitab da O’nun kitabıdır. 

AŞILAYICI RÜZGÂRLAR

   Kur’an-ı Kerim de, Hicr suresi 22. ayette şöyle buyrulmuştur; “Rüzgârları aşılayıcılar olarak gönderdik” Bu ayet bize rüzgârların aşılayıcı bir özelliğe sahip olduğunu açıkça göstermektedir. Şimdi, Kur’an’ın bu haberinin doğruluğunu anlamak için ancak bu asırda keşfedilebilen bilimsel gerçeklere bakalım; Rüzgârlar bitkilerin üremesinde, bitki tozlarını taşıyarak onları aşılamaktadır. Aynı zamanda rüzgârlar, yağmur yağabilmesi için yağmur bulutlarını da aşılamaktadır. Şöyle ki; denizlerin ve diğer suların üzerinde köpüklenme nedeniyle “Aerosol” adlı hava kabarcıkları oluşmaktadır. Bunlar rüzgârların karadan sürüklediği tozlarla karışarak Atmosfer’in üst katmanlarına doğru havalanır. Rüzgârların yükselttiği bu parçacıklar su buharı ile birleşir, su buharı bu parçacıkların etrafında yoğunlaşır. Bu parçacıklar olmazsa, yüzde yüz su buharı, bulutu oluşturamaz. Bulutların oluşması, rüzgârların bu şekilde havada serbest şekilde bulunan su buharını, taşıdıkları parçacıklarla aşılamaları ile olmaktadır. Şimdi size soruyoruz; Rüzgârların aşılayıcı özelliğe sahip olduğu gerçeği ne zaman keşfedilmiştir? 20. yüzyılda ancak keşfedilen bu gerçeğin 1400 sene evvel okuma yazma bilmeyen bir beşer tarafından keşfi mümkün müdür? Eğer Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğu kabul edilmezse, bu asırda ancak keşfedilebilen “rüzgârların aşılayıcı olduğu” gerçeğinin Kur’an da haber verilmesi ne ile izah edilebilir? O halde tüm bu tetkiklerden şu netice çıkar ki; Rüzgâra aşılama vazifesini kim vermişse, bu haberin geçtiği kitap ta onun kitabıdır. Demek Kur’an Allah’ın ezeli kelamıdır.

UYKUDA KULAKLARIN AKTİF OLMASI

   “Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik).” (Kehf Suresi: 11)

   Yukarıdaki ayette geçen “kulaklarına vurduk” ifadesinin Arapçası “darabe” fiilidir. Arapçada bu fiil, mecazi olarak “onları uyuttuk” anlamını taşımaktadır. Ayrıca “darabe” kelimesi kulakla beraber kullanıldığında “kulağın duymasının engellenmesi” anlamı da taşımaktadır. Ayette uyku ile ilgili sadece işitme duyusuna dikkat çekilmesi ise aslında çok önemli bir bilgi içermektedir. Bilim adamlarının keşiflerine göre kulak, insan uyurken aktif olan tek duyu organıdır. Uyanmak için saatin alarmına ihtiyaç duymamızın sebebi de budur. Allah’ın Ashab-ı Kehf ile ilgili olarak kullandığı “kulaklarına vurduk” ifadesinin hikmeti de, söz konusu gençlerin işitme duyularının kapatıldığına ve bu yüzden uzun yıllar uyanmadan uykuda kaldıklarına işarettir. Bu ayette “onların kulaklarına vurduk“ tabiri yerine, “onları uyuttuk“ denilebilirdi. Demek “kulaklarına vurduk“ tabirinin özellikle vurgulanmasıyla kulakların uykuda aktif olduğu bilimsel gerçeğine dikkat çekilmek istenmiştir. Bu da ispat eder ki; Kur’an’ın her kelimesi hikmet doludur. Bazen bir kelimesiyle büyük bir hakikate kapı açar. Ve her kelimesiyle Allah’ın kelamı olduğunu ispat eder.

EVRENİN SONU

 ‘’Güneş dürülüp karardığında, yıldızlar dökülüp söndüğünde, dağlar sökülüp yürütüldüğünde, doğuracak develer başı boş bırakıldığında, yabani hayvanlar toplanıp bir araya getirildiğinde, denizler kaynatıldığında…’’(Tekvir Suresi: 1-6)

  Kur’an’da bahsi geçen gök cisimleri Güneş, Ay ve yıldızlardan ibarettir. Tefsir geleneği, Tekvir Suresi’nin ilk altı ayetindeki ifadeleri şöyle yorumlamıştır: Güneş’in dürülüp kararması, bir yıldız olan Güneş’in ömrünün sonuna gelmesini ve ışığını ile enerjisini kaybetmesini; yıldızların dökülüp sönmesi, kıyamette kozmik sistem bozulunca yıldızların birbirine çarparak ve yörüngelerinden kayarak mevcut düzen ve işlevlerini kaybedeceklerini, dolayısıyla uzay boşluğuna saçılacaklarını; dağların sökülüp yürütülmesi, yerkürede meydana gelecek olan şiddetli sarsıntının bir sonucu olarak dağların parçalanmasını ve yerlerinden kopup dağılmasını; son olarak da denizlerin kaynatılması, kıyametin aşırı şiddetli sarsıntısı sonucunda yerkürede meydana gelecek olan volkanik patlaklardan ve derin çatlaklardan dışarı püsküren magmanın deniz sularını ısıtıp kaynatmasını veya dağların parçalanmasının doğal bir sonucu olarak denizlerin birbirine karışıp tek deniz hâline gelmesini anlatmaktadır.

BAL ARILARININ İŞLEVİ

   Rabbin, bal arısına şöyle ilham etti: “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan (kovanlardan) kendine evler edin. Sonra meyvelerin hepsinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı (yaylım) yollarına gir.” Onların karınlarından çeşitli renklerde bir şerbet (bal) çıkar. Onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için bir ibret vardır. (Nahl Suresi: 68-69)

Bal arısı, Kur’an’da ismi geçen hayvanlardan biridir. Kur’an’da adı geçen diğer hayvan türlerinden biraz farklı olarak ele alındığı düşünülmektedir. Çünkü bazı İslam araştırmacılarına göre, surede geçen bal arısının doğadaki işlevinden (kovanlar ve bal üretimi) ve insanlara olan yararlarından üstü açık bir şekilde bahsedilmesi, onun bu suredeki ve dolayısıyla pek çok sureye nazaran güçlü önemini göstermektedir. İslam tefsir geleneğine göre, suredeki arıya yapması ilham edilen ve “evler / yuvalar” olarak belirtilen şeyler, bal arılarının ağaç kovukları gibi uygun doğal mekânlarda veya insanların özel olarak hazırladığı kovanlarda kendi ürünleriyle oluşturdukları petekler ve her petekte bulunan altıgen şeklindeki gözcüklerdir. 69. ayetin başında gelen “meyvelerin hepsinden ye” ve “(yaylım) yollarına gir” deyimleriyle de arıların, balın ham maddesi olan nektar maddesini ve çiçek tozunu (polen) toplayarak bunları hem kendi tüketimleri için, hem de bal ve balmumu yapmak için değerlendirdiklerinin belirtildiği söylenir. Ayrıca tozlaşma olayından bahsedildiği de eklenmektedir. Arıların karnından çıkan, çeşitli renklerde olduğu belirtilen ve şerbet olarak anılmış olan maddenin de bal olduğu konusunda hemen hemen tüm araştırmacılar hemfikirdir. Kimi araştırmacılar, suredeki bu durumu Kur’an’ın mucizelerinden biri olarak görmekte ve iddia etmektedirler. Konuyla ilgili belirtilen görüşlere göre, surede bal arısının işlevleri anlatıldığı sırada Arapçadaki dişilik takısı kullanılmış ve Kur’an, bu takıyla birlikte balı yapanların dişi bal arıları olduğunu belirtmiştir.  Bu durumun, bugün bilinen şekliyle bal üreten arılar, yani işçi arılar olarak adlandırılan ve tamamının dişilerden oluştuğu arı grubunu ifade ettiği belirtilmektedir. Ayrıca ilgili ayette geçen “Rabbinin sana kolaylaştırdığı (yaylım) yollarına gir” ifadesi; 1940’larda tespit edilen, arıların genellikle güneşin konumundan yararlanarak yönlerini ayarlamalarına, ayrıca rüzgârın yönü, dünyanın manyetik alanı gibi başka imkânlardan da yararlanmalarına, kovan üzerinde daire veya 8 çizerek birbirlerine yol tarif ettiklerine, ya da “arıların dansına” dayandırılmaktadır.